AKŞAM GÜNEŞİNDE HALFETİ

Halfeti’de dik yokuştan kıyıya karar iniyorum. Harran ovasından beri bütün çabalarıma rağmen arabadan uzaklaştıramadığım sinek kapıyı açınca kendiliğinden Fırat’ın durgun sularına, yeni yurduna uçuyor. 

Arabadan inip kıyıdaki teknelere doğru yürüyorum. Girişte on beş lira verip en baştaki tekneye oturuyorum. Diğer yolcular genellikle Güney Doğulu kadınlar, erkekler ve çocuklar.

Teknenin cazgır müziğine karşı bu kez temkinliyim. Kulaklığımı takıyorum. Önceden bu kısa yolculuk için seçtiğim müzik Eleni Karaindrou’un “Ağlayan Çayır” filmi için hazırladığı soundtrack. 

Teknenin tar tar sesini bastıran keman eşliğinde yolculuğumuz başlıyor. Geniş bir vadiden geçerken geriye dönüp Halfeti’ye bakıyorum. Güzelliğin büyüsünü bozan tepedeki çirkin otelden gözlerimi kaçırarak. 

Su ve uygarlık. Beraber anılan bu iki sözcük burada uyumlu bir tezadı birlikte yaşıyor. Kulaklarımdaki baskın melodi akşam güneşini engelleyen tepelerle uyumlu, ama teknedekilerle pek değil. 

Çinli bir kadın takılıyor gözlerime. Selfi çekenlerin ellerinden telefonlarını alıp, fotoğraflarını çekiyor. Gülümseyenler fotoğraf çektirenler değil sadece fotoğrafları çeken Çinli kadın. Diğerleri coşkulu müziğe rağmen kaygılı görünüyorlar.

Nihayet Beresul köyü uzaktan beliriyor. Tekne kıyıya yaklaşırken sulara gömülmüş cami minaresinin taban kaidesine vuruyor dalgalar. 

Binlerce yıllık uygarlık küskün ve terkedilmiş, kaderini bekliyor. 

Sazlıkların arkasında çay içerken küskün Beresul’u tekrar seyrediyorum. Uzaklarda, yamaçta bir çocuk tek başına harabelerin arasında koşuşturuyor.

Dönüş zamanı geldi. Bu kez dümendeki çocuk yolcuları Halfeti’de bekleyen otobüse yetiştirmek için daha hızlı gidiyor. Karşıdan gelen su yüzeyinde sakin seyreden karartıların Ağlayan Çayır filmindeki Tuna’nın taşkın sularında süzülen sallar mı, yoksa sefere çıkan son Halfeti tekneleri mi olduğundan emin olamıyorum. 

Halfeti’ye gelince arabaya yürüyorum. Kapıyı açtığımda teknedeki Çinli kadın yaklaşıyor. İngilizce nereye gittiğimi soruyor. 

“Gaziantep” diyorum. Çekinerek kendisinin de Gaziantep’e gitmek istediğini söylüyor. Otostopçunun teklifini kabul ediyorum. 

Artık bir yol arkadaşım var. 

Yolda Gaziantep’ten Göreme’ye gitmek istediğini söylüyor. Bu saatte Göreme’ye gitmesinin zor olduğunu ancak Kayseri’ye otobüs bulabileceğini söylüyorum. 

Yol boyunca Güney Çin’de başlayan İran ve Irak üzerinden Mardin’e uzanan uzun yolculuğunu anlatıyor. 

“Tek başına seyahat etmekten korkmuyor musun?” diyorum. Türklerin ne kadar iyi insanlar olduğundan bahsediyor. Onun adına biraz endişeleniyorum. 

Gaziantep’e gelince yolumu biraz uzatarak onu otobüs terminaline bırakıyorum. Gülümseyerek iniyor, arkamdan el sallıyor.

Havaalanına giderken Güney Çinli kadın için kaygılanıyorum, harabelerde koşuşturan çoban çocuk için de. 

Sonra hayatta insanın bir evinin ve onu bekleyenlerinin olmasının ne kadar da konforlu olduğunu düşünüyorum.

21 Eylül 2018 Gaziantep