AŞIK VEYSEL’İ ANLAMAK

12 yaşındaydım. Türkçe öğretmenimiz Recep Rahmi Özbakır bir kompozisyon ödevi vermişti. Konu “bu güne kadar bizi en çok etkileyen olayı” anlatmaktı.

Eve geldim, kalemi elime aldım, düşündüm, düşündüm. Üzülerek öyle abartılı bir coşku yaşadığım hiçbir günümün olmadığını fark ettim. Moralim bozuldu, önce yazmaktan vazgeçtim, sonra ödevi yapmadığım zaman başıma gelecekleri düşünerek, kalemin arkasını ısıra ısıra yine de bir şeyler karalamaya karar verdim.

Ertesi gün Türkçe öğretmenimiz ödevleri ders bitiminde topladı ve okuyup değerlendireceğini söyledi.

Bir kaç gün sonra, her zamanki ciddiyetiyle elinde kağıtlarla sınıfa girdi. Masada benim ödevim bir tomar sarı kağıdın en üstünde duruyordu.

Eline aldı, ayağa kalktı ve yüksek sesle okumaya başladı.

Kıpkırmızı olmuştum ve kalbim küt küt atıyordu. Öğretmen okudukça yerin dibine giriyordum.

Son cümleyi tamamladıktan sonra benim ayağa kalkmamı istedi. O çok etkilendiğini, övgü dolu sözcüklerle anlatırken gözlerimi arkadaşlarımdan kaçırıyordum.

Çünkü,

Yazdıklarımın hiçbiri gerçek değildi. Hepsini uydurmuştum.

Ödevimin konusu, uçağa ilk bindiğim gün yaşadıklarım ve gördüklerimdi. Oysa değil 12 yaşımda, 25 yaşına kadar uçağı sadece gökyüzünde görmüştüm.

Haftalarca, bir gün Recep beyin aynı okulda öğretmen olan babamdan gerçeği öğreneceği ve onu aldattığımı anlayacağı korkusuyla geceleri uyuyamadım.

Recep bey bu konudan bir daha hiç bahsetmedi.

Hala bazen düşünürüm, rahmetli öğretmenimiz yazılanların bir hayal ürünü olduğunu bilerek mi beğenmişti o yazıyı.

Bunu asla öğrenemeyeceğim…

Görkemli bir hayatımız olmayabilir, çok zengin ya da çok maceralı bir hayat yaşamış da olmayabiliriz, ancak benim naçizane fikrim, en büyük zenginliğimiz düş dünyamızdır. O sebeple görmek istediğim uzak ülkeleri ve insanları kitaplardan ve resimlerden anlamaya ve oraları içimde gezmeye ve gezdirmeye hala çok meraklıyım.

Sevdiğim bir çok kenti henüz görmedim, ya da görmeyi istemedim. Bir gün gördüğümde o kentlerle ilgili kafamda yarattığım büyünün bozulacağını düşündüm.

Çok sevdiğim bir Latin Amerika şehrini bir arkadaşım anlatırken, o diyarı görmek için içimde bir arzu oluşmaz. Ben zaten oraları defalarca gezdim diye (ya da daha da ileri gideyim, örneğin biri Rio’yu anlatırken, Brezilya’nın Bob Dylan’ı Caetano Veloso’nun ritmini yakalamadıktan sonra oraları gezmenin ne anlamı var diye) kendimi avuturum.

Şimdi diyebilirsiniz ki, “kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş.” 

Kusura bakmayın bu söze de hiç alınmam,

Hiç görmediğim halde Arjantin’in kırsalını, Şili’de Atacama çölündeki endemik bitkileri, And dağlarındaki uçuruma teğet yolları ve Peru’daki yerel halk giysilerindeki rengarenk motifleri sizi sıkana kadar anlatabilirim.

Aşklarımda da aynı duyguları yaşadım. Bir çok kez aşık oldum, ancak aşık olduğum siluetlerle karşılaşma cesaretini pek gösteremedim. Bu durum, bir melankoli hali veya özgüven eksikliğinden ziyade, kafamda yarattığım ve birçok anlam yüklediğim siluetle yüzleşememe, başka bir değişle, sihrin bozulmaması durumuydu.

Bu bakımdan biraz Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sındaki Raif Efendi, ya da Metin Erksan’nın Sevmek Zamanı filmindeki genç boyacı Halil ile akrabalığım olabilir.

Aşık Veysel, yedi yaşına geldiğinde bir çiçek hastalığı salgını sonucunda “dünya güzelliklerini” bir daha görmemek üzere karanlığa mahkum edilmişti. Bu mahkumiyet onun, hiç kimsenin görmediği başka bir dünyanın güzelliklerini görmesini sağladı.

Veysel yetmiş sekiz yıllık hayatı sonlanırken, bir kez olsun gözleri ile tekrar dünyayı görmek istemiş midir?

Bu zor sorunun cevabını size bırakıyorum.

09.08.2017