2017’NİN SON GÜNLERİNDE BEYOĞLU DEĞİŞİRKEN

 

Cumartesi günleri yaklaşık iki bucuk saatimi Deniz’in drama kursundan çıkışını beklemek için Taksim’de geçiriyorum. 

İnsan herşeye alışıyor. Taksim ve Beyoğlu’nun sürekli değişen yeni çehrelerine de.

Deniz’i Tarlabaşı bulvarının karşı tarafında Feridiye caddesinde yenilenen eski dar binadaki sanat evine bırakıyorum, yürüyerek Taksim’e birkaç dakikada ulaşıyorum. 

Yakın zamanda Taksim çok değişti. Etap oteli sırasındaki Taksimoba kafe restoranı arıyor gözlerim, yerinde kocaman bir parfümeri mağazası açılmış. 

Yanında bir kaç kafe vardı diye düşünüyorum nerde… 

Onların hepsi tatlıcı, baklavacı olmuş. Vitrinlerinde üst üste dizilmiş yüzlerce tatlı çeşidi. Kapı önlerinde oturan müşterilerin tamamı Orta Doğu ülkelerinden.

Sıraselviler caddesinden karşıya geçiyorum. Dönerciler, bambiciler ve ıslak hamburgerciler yerli yerine. Ama tavuk dönerin önündeki dönerci “Shaurma” diye bağırıyor. Kendimi bir an Şam sokaklarında hissediyorum. 

Daha iki saati aşkın sürem var. İstiklal caddesindeki kalabalığa dalıyorum. Cadde her zamanki gibi yine bir onarımdan geçiriyor. Ona rağmen kalabalık. Etrafta yüzlerce Arap turist ve göçmenin arasındaki sivil polisler hemen dikkat çekiyor. 

O an içimdeki hışırtılı radyo (kulak çınlaması) birden frekans değiştiriyor ve Kahire radyosundan bir başkasına geçiyor. İçimdeki mekanik erkek sesi “Merhaba burası Sofya Radyosu, Türkiye’nin Sesi programını dinliyorsunuz” diyor. Ürkerek etrafıma bakıyorum ve aklıma 1970’lerde değil 2017 yılının son günlerinde olduğumuz geliyor, rahatlıyorum. 

D&R’ın önünden geçiyorum. İçeri bakıyorum, kitapçıdan çok bir elektronik mağazasını andırıyor. Karşı kaldırımda neşeli esmer çocuklar gitarla kürtçe bir türkü söylüyorlar. Arkada kalan kör flütçünün yanık ezgileri çocukların sesini bastırıyor.

Eskilerden bir şey arıyorum, Büyükparmakkapı sokağına dalıyorum, ileride Pandora kitabevi eski yerinde duruyor, rahatlıyorum. Sağa dönüyorum, Hasnun Galip sokağına giriyorum Tabii ki Simurg kitabevinin yerinde yeller esiyor. Yan taraftaki Ocakbaşı lokantasının ön camından bakan esmer, göbekli sahibiyle göz göze geliyoruz. 

Karşı taraftaki ikinci el kitapçı yerinde. Vitrinin önündeki kitapların yanında duran eski deri bavulun içindeki yüzlerce siyah beyaz fotoğrafı karıştırıyorum. Resimlerin tanesi 50 kuruş, alan var mı, bilmiyorum. 

Milli piyango bileti çeker gibi fotoğraf çekiyorum. Tırtıklı resimlerde 1950’lerden düğün, nişan resimleri, arkalarında solmuş el yazıları. Elime büyük bir resim geliyor. Bir pavyon masasından görüntü. Erkekler mutlu ve neşeli. Yanlarında iki kadın var, biri şehvetle gülüyor, diğeri hüzünlü. 

Fotoğrafların önünde epeyce kalmışım, başımı kaldırıyorum, lokantacı ile yine göz göze geliyoruz, hala bana bakıyor. 

Hızlı ve kararlı adımlarla Galatasaray’a, Yapı Kredi Yayınları kitapçısına yürüyorum. Sanki orası benim için kurtarılmış bölge. Soluk soluğa nihayet ulaşıyorum. 

Çıkışta her zamanki gibi lisenin önünde insanlar toplanmış, bir kadın yüksek sesle bildiri okuyor, sanırım suçsuz yere tutuklanan çocukların anneleri. Kimse onlara aldırmıyor, dinleyenler sadece etraflarını saran elli kadar polis. Hüzünleniyorum, gözlerim buğulanıyor.

İçimdeki radyo hemen frekansını değiştiriyor. Bu kez İspanyol meyhanesindeki kadın çığlık çığlığa şarkı söylüyor. 

Birden bir an önce Beyoğlu’nu terketmeyi düşünüyorum. Adımlarımı hızlandırarak Taksime, oradan da harabeye dönüşmüş Atatürk Kültür Merkezi sırasındaki Gezi Pastanesine atıyorum kendimi. Sade bir Türk kahvesi söylüyorum. 

Telefonumdaki saate bakıyorum, daha Deniz’e 20 dakika var.

31 Aralık 2018