BİR BEDREDDİN MASALI

Göle eğildi baktı, yüzünü gördü. Gözleri kocaman, avurtları çökmüştü, ürktü. Asasıyla suyu bulandırdı, yüzü dalgalara karışıp gölün derinliklerine, uzaklara kaçtı. Gölün tam orta yerinde mavi suların arasında yeniden beliriverdi. Kıyıdan, ay ışığında sallanan sazlıkların ıslığında raks eden siluetini seyretti.

 

Dört yanı surlarla çevrili İznik kentinde tutsaktı Şeyh Bedreddin. Şehrin dört kapısından biri göle açılıyor, Bedreddin’in penceresi bu kapıya bakıyordu. Gözlerini uzaklarda bir noktaya odaklandırdı. Geçmişten geleceğe, gelecekten geçmişe gitti ve geldi, geldi ve gitti. 

Yıllar önce bilimin merkezi Kahire günlerini hatırladı. Memluk sultanı Berkük’ün sarayında kimler yoktu ki. Dünyanın bütün bilim adamları bu sarayda toplanmıştı. Aralarında en genci ise Bedreddin’di. Kısa zamanda bu parlak genç adam diğer düşünürleri etkilemiş ve konuştuğunda pür dikkat dinlenir olmuştu. Özellikle şehrin defalarca kadılığını yapan İbni Haldun’la uzun sohbetler yapmış, bu büyük düşünürün saygısını kazanmıştı. Onların dostluğu 18. Yüzyılın Friedrich Engels ve Karl Marks dostluğuna öylesine benziyordu ki; zaten İbni Haldun’un Mukaddime’si olmazsa, Bedreddin’in Varidat’ı olamazdı. 

Her şeye rağmen, bir gün yazdığı ve okuduğu binlerce kitabı hamallara yükleyip Nil nehrinin sularına savuracak, sonrada ortadan kaybolacaktı. Çünkü yeniden doğmalıydı ve ölmeden yeniden doğamazdı. Yıllarca Sufi şeyhi Ahlati’nin yanında hakikati aradı, çünkü hakikat öğrenilen değil, olunan bir şeydi. Bedeni incecik bir söğüt dalına dönmüştü. Sonraları fakir bir derviş olarak Kahire’yi terk etti. 

Tebriz’de Timur ordularının eline esir olarak düştüğünde, Ankara fatihi Timur’un ilgisini çekti. Günlerce otağına çağırıp sohbet etti onunla. Her seferinde Timur’un yanına giderken ölümü de göze alıyordu. Öylesine acımasızca eleştiriyordu ki, Dünya hükümdarının yanındaki zevat Timur’un bu dervişi neden hala yaşattığına anlam veremiyordu. Timur her şeye rağmen sevmişti Bedreddin’i. Onunla birlikle Semerkant’a gelmesini ve başkentte şeyhülislam olarak yaşamasını istedi. Ancak o yaşamak için ne Edirne’deki Osmanlı sarayını, ne Kahire’deki Memluk sarayını istemişti. Zalim Timur’un sarayında ne işi vardı ki.

Anadolu’ya giderken kaldığı şehirlerden biri de Halep’ti. Ancak Halep’in bugünkü durumundan pek farkı yoktu. Timur orduları surlarını yıkmış, taş üstünde taş bırakmamışlardı. 

İznik, insanın tanrılaştırıldığı, Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesiyle İsa’nın yüceltildiği kutsal şehirdi. Bedreddin ise daha da ileri giderek, ben Tanrıyım demişti İznik’te. Ben, sen, o, bütün canlı ve cansız yaratıklar hepimiz bir tanrının parçasıydık ona göre. Mülk Tanrının ise herkesindi, Bütün Dünya insanlığın ortak malıydı, Osmanlı’nın veya Moğol’un değil. Yunus’un dediği gibi Tanrı ete kemiğe bürünmüş ve insan gibi görünmüştü.

Bedreddin’in öğretisi Anadolu’da dalga dalga yayıldı. Müslüman, Hristiyan ve Yahudi halkları her geçen gün çoğalarak Osmanlı’ya başkaldırıyordu. Ayaklanmanın liderleri Aydın yöresinden Börklüce Mustafa ve bir lokma bir hırka dolaşan Torlak dervişlerin lideri Kemal’di. Dervişlerin ordusuna katılım onbinleri aşmıştı. Önce Söke’de Ortaklar’da başladı başkaldırı. Türkmenler, Sakızlı Rum gemiciler, Ermeni zanaatkarlar ve Yahudi esnaflar hep birlikte yürüyorlardı kuzeye doğru. Tarlayı birlikte sürmek, ekini paylaşmak, Osmanlıya kul olmamak için. 

Karaburun’daki yenilginin ardından Edirne Sultanı Mehmed’in kaygıları artmıştı. Ütopist başkaldırı maalesef düzenli Osmanlı orduları karşısında fazla tutunamadı. Orakla, tırmıkla savaşan yoksul kalabalıklar tırpanlanmış bir gelincik tarlası gibi serildiler Ege ovalarına. 

Ayaklarından ve ellerinden çivilenerek çarmıha gerilen Börklüce Mustafa Aydın sokaklarında gezdirilirken acı çekmek bir yana gülümsüyordu. Müslüman ve Hristiyan halk, onun bu duruşu karşısında onun Tanrısal bir yanı olduğuna inanmaya başlamıştı. Korkuya kapılan Osmanlı paşası hemen kemikleri kırılarak ölümüne hüküm verdi. Manisa’da Torlak Kemal’in idamı ile isyan tamamen bastırılmış oldu. 

Bir kış günüydü, Bedreddin’in torunu Halil, İznik’de göl kenarında oturmuş, soğuk havada cayır cayır yanan yaşlı bir zeytin ağacına gözleri yaşlı çaresizce bakıyordu. Ağaçtan gelen her çatırdı yüreğine ok gibi saplanıyor, nefes alamıyordu. 

O gün Serez’de Sultan kararını vermiş, af dilemeyen Bedreddin idam sehpasına çıkmıştı. İdamı sonrası Serez’de lapa lapa kar yağmaya başlamış, Bedrettin’in gövdesi bembeyaz kara bürünmüştü. Sultan Mehmet Han ve soyu isyanı bastırmış ve 500 yıl daha sahibi olacağı mülkünü geri almıştı… 

Yıl 2017 yada 1420 Ocak ayı, çelimsiz bir derviş dönüyor tek başına dağların arasına sıkışmış uçsuz bucaksız ıssız gölün ortasında. Kıyıda yanan zeytin ağacının külleri savruluyor gölün cılız ışıklı güney kıyısından. Dikkatle bakıyorum, kül değil bunlar, Bedreddin’in Kahire’de Nil Nehrine savurduğu kitapların dağılmış sayfaları. Dağlardan gittikçe şiddeti artan ney eşliğinde tef sesleri yükseliyor. Gökyüzü karanlık bir tek yıldız bile parlamıyor. Kar yağıyor, soğuk, karanlık ve umutsuzluk her yerde. Derviş durmuyor umuda dönüyor inançla.

Dönüyor, dönüyor ve dönüyor. Karanlığın rahminden bir ışık doğdu doğacak.

Ne bu satırları yazan, ne de okuyan biliyor; Ne bir geçmiş vardı, ne de bir gelecek var olacak. Hepsi yaşanan şu anın içinde.