img_0529
ERCİYES’İN ÖYKÜSÜ 

“Allah, mekândan münezzeh, her yerde hazır ve nazırlığı bırakıp yeryüzünde yurt edinseydi, mutlaka dağlara yerleşirdi. Yüksek dağlar biraz bu maksatla yaratılmıştır, hissini vermez mi? Dağlar tabiatın alçaklığa, silik düzlüğe karşı bir nev’i is­yankârlığı, bizim sağır ve duygusuz sandığımız taşın toprağın yaratana ulaşmak için azimli bir yükselişi ve tırmanışı değil midir? Allah, dağları fesatçı, cüce ruhlar çıkmasın diye sarp ve yalçın yaratınış olmalı. Doruğu her mevsimde ak pak Erciyes’in vakur duruşunda, hayat boyunca temiz ve açık bir alın gezinen, yüksek seciyeli insanlar görür gibi olurum.”

Muharrem Barut, 1951

Milyonlarca yıl, Anadolu’nun ortasında masmavi, uçsuz bucaksız bir denizin altında yeryüzü özlemiyle bekledim. Zaman geçtikçe özlemim büyüdü, dev bir öfkeye dönüştü. Öfkem tutkuma gem vurmamı engelledi, başımı sudan çıkardım, göğe doğru haykırdım. Ateşler püskürttüm dört bir yana homurtuyla. Ateşim yayıldı, yele oldu boynuma. Ben yükselirken deniz süzüldü, Konya Ovası’na kaçtı. Doğa ana şiddetime kızdı, sırtımı çökertti. Gövdem bölündü, bir yanımdan Koç Dağı, diğerinden Tekir beli oluverdi. Bir kolumu uzattım. Sultan Sazlığı oluştu, diğer kolumdan Kayseri Ovası. Yeryüzünü çatık kaşlarımla ve öfkeli karşıladım. Barışmamız çok ama çok uzun sürdü.

Öfkemi, doğa ana buzlarla söndürdü, binlerce yıl buzullara mahkûm etti gövdemi. Buzdan ak bir dağ oluverdim. Bu ceza çok ağırdı, karşı koydum, yine ateşimi püskürttüm sırtımdan kol­larımdan, Onları da söndürdü. Suskunluğa mahkum etti beni.

Uzak vadilere gönderdiğim lavlar soğuyup, tüv kaya kütlelerine dönüştü. Yüzyıllar boyu yağmur ve rüzgâr şekil verdi onlara. Sanki sihirli bir el bir periler ülkesi oluşturdu. Belki gün gelir bu ülke, oto­riteden kaçan insanlara sığınak olur diye.

Canlılarla tanıştım, insanoğlu buzul yüzümü gördü, sevdi, tapındı. Buzullar eridikçe sessizliğime, durgunluğuma alıştım. Coşkun akan kar sularımı sünger taşlarımla süzüp dinginleştirdim. Binlerce yıl Zamantı ile Seyhan’ı, Karasu ile Kızılırmak’ı besledim. Yorulmaz ırmaklar sularımı, hem Akdeniz’e, hem de Karadeniz’e taşıdılar. Sırtımı, eteklerime kadar yeşilin binlerce tonu kapattı. Bu renkleri kızıl ateşimden daha çok sevdim. Dört bir köşede, dört ayrı iklim yaşattım. Güneşi sevdim^ üzerimdeki canlı cansız her şeyi sevdim. Canlılar suskunluğumu heybetime ve yüceliğime verdiler, ama yine de sanki bir gün bu sessizliği bozacakmışım gibi korktular.

Anadolu’yu keşfe çıkan insanoğlu, eteklerimde toprakla, ormanla tanıştı. Gün geldi kuzeyde, Kaniş’te toplanıp ilk kentlerini kurdu, vol­kanik taşlarımı şekillendirip evler, tapınaklar, kaleler yaptı. Me­zopotamya’dan gelen tüccarlarla tarihin en büyük ticaret merkezi ku­ruldu. Yıllarca barış içinde yaşanıldı. Geceleri yıldızlarla buluşan ak başım için ateşler yakıldı, alevlerle anıldım. Yerli Hatti kralları oto­ritelerini benimle pekiştirdiler, benimle “akraba” oldular.

Hititler Anadolu’da gücün sembolü olduğunda, Tanrılarıyla, kral­larıyla dostluklar kurdum, yeryüzünü onlarla paylaştım. Omuz ver­dim Fırtına Kralı Teşup’a, denizlerin derinlikleri sadece beline ulaşan Ullikummi’yi yerle bir etsin diye.

Kaniş Kenti’nin son dönemlerinde Frigler batıdan gelip, yüzlerce yıldır süregelen bağcılığı yaygınlaştırdılar. İnsanlarla olan yakınlaş­mam artmış olacak ki, artık eteklerime biraz daha yaklaşıp Mazaka’yı kurdular.

Hattiler, Hititler, Frigler derken, Perslerin de Anadolu’ya gelmesiyle oluşan kültür mozaiği özgün bir kimlik oluşturdu. Mazaka artık beni hem bir Tanrı, hem de kentin sembolü olarak tanıyordu. Hitit döneminden Teşup ve Hepat’ın yanı sıra Mithra, Zeus, Artemis ve Apollon da zirveme yerleştiler. İran’dan gelen ateş kültü ile batı Tanrıları buluşunca, iki ve döıt sütunlu ateş tapınaklarında yeni bir din anlayışı oluştu.

Zirveme yakın bir yerdeki Argios Tapınağına ulaşmak için gelen müritler, aynı zamanda Anadolu’nun ilk dağcıları oldu. Bazı za­manlar da kendileri kurban oldular zirve yolunda.

Mazaka aslında yerleşim için pek uygun bir yer olmadığı halde, eteklerimdeki orman cezbetmişti insanları. Bütün Kapadokya bölgesinin kereste ihtiyacı yıllarca bu ormanlardan karşılanmıştı. Ke­restecilik, Mazakalılara özgü bir işti. Yöreyi tanımayanlar için çok teh­likeliydi. Mazakalılar ateş çukurlarının yerlerini bilirler ve düşmeden bu işi başarırlardı. Bunca Anadolu’ya benim ormanım mı yeter; gün geldi insanlar bu bölgenin ormanlarla kaplı olduğuna inanmadılar bile.

Göklerin Tanrısı Zeus, Antik çağ’da geldi yerleşti zirveme. Etna’nın belalısı, göklerden kovulan Typhoeus bırakmadı Zeus’un peşini, dev alevler püskürterek geldi Anadolu’ya ardı sıra. Gökten şimşekler fırlattı Zeus, Typhon’un yerden püskürttüğü volkanlarına. Bu uzun ve şiddetli savaşı Zeus kazandı. Derinliklerime gönderdi acı ile kıvranan kara dilli, yüz başlı ejderhayı. Gururlu ve mağrur Zeus’un kartalı tepemde süzüldü yıllarca.

Güneş Tanrı Helios, elinde asası, başında güneş tacı ile ısıttı Mazaka’yı. Zeus ve Helios’un yanı sıra, Yemin Tanrısı Serapis tamamladı Tanrılar üçlüsünü. Mazakalılar zirvemdeki tapmak mağarada tapındılar, Tanrılara ve yıldızlara daha yakın olarak. Bense çelenklerle onuru, palmiye dalları ile barışı, başaklarla bolluğu temsil ettim.

Kral Ariarat, hayal dünyası çok zengin ve zevkine düşkün bir adamdı. Bütün özlemi eteklerimde bir deniz oluşturmaktı. Şehrin onca sorunu dururken bir gün, Melas’ın (Sarımsaklı Suyu) önüne bir baraj yapılmasını emretti. Bütün taş ustaları seferber olup kısa sürede bi­tirdiler barajı. Kral Ariarat muradına ermişti. Dünya ile ilgisini keserek suyun erişemediği yüksekliklerde oluşan adalarda kendi yarattığı ütopyayı yaşamaya koyulmuştu. Bilmediği ve hesaba katmadığı bir şey vardı; benim sularım onun düşündüğü gibi durgun akmazdı her zaman. Coşkun akan kar sularım bir gün yerle bir etti barajı. Su, toprakları da alarak beraberinde taşıdı Galatialıların ülkesine. Kapadokyalılar zarara karşılık ağır bir ceza ödediler. İşte o günden sonra kimse Kayseri Ovasını deniz yapmayı ağzına almadı, ta ki 2 000 yıl sonra bir mil­letvekili adayı Kayseri’ye deniz getireceğini vaat edene kadar.

Türkler, Ermeniler ve Rumlar Birlikte Yaşadı

Ermenilerin Kapadokya’ya gelmesi ile sürgünler tarihi de başlamış oldu. Yıllardır birlikte yaşadığımız halk, güneye, Mezopotamya’ya sürüldü. Bu zorunlu göç ile sürgünler tarihi de başlamış oldu. Çeşitli kuşatmalar, fetihler ve zelzeleler, eteklerimde Roma döneminde güçlenen Kaisareia şehrini yok etmeye yetmedi, her seferinde surlar ye­niden onarıldı, şehir tekrar kalıntılar arasından yükseldi, en önemlisi de, halklar kaynaştı.

Kapadokya’da gizli gizli yaygınlaşan Hıristiyanlık, önceleri şehrin uzaklarında yaygınlaştı, yükseklerimde, Lifos tepesinde olgunlaştı. Önce Ermeniler Hıristiyanlığı seçtiler, Roma egemenliğindeki şehir uzun süre direndi. İmparator Julianus’un, Roma’nın başına geçmeden evvel, yamaçlarımda bulunan İmparator Çiftliğindeki sürgün yıllarında Hıristiyanlığa duyduğu nefret, imparatorluk sonrası intikama dönüşmüştü. Önce Kaisarea’nın başkent unvanını alıp adini yine Mazaka’ya çevirdi, sonra bütün Hıristiyanları askere aldı, köylüye büyük vergiler ödetti.

Bizans döneminde sürekli Arap istilalarına maruz kalan Kapadokya bölgesinde oluşan istikrarsız ve güvensiz ortam, Hıristiyanların özellikle Ürgüp ve Göreme civarına ve başkentin uzak köylerine yerleşmelerine yol açtı.

Kente ilk gelen Türkler Ortodoks’tu. Bizans’ın paralı askerleri olan Türkler, doğudan gelen İslamcı Türk istilacılarına karşı Rum ve Er­meni yerlilerle ortaklaşa karşı koydular. Bizans, Türk yayılmacılığı tehdidi karşısında Anadolu halkını korumak için Balkanlar’a bir göç hareketi gerçekleştirdi.

Türklerin şehre gelmesi ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin ku­rulmasıyla şehir eski kimliğini aşmış, Anadolu’nun en büyük şehirlerinden biri olmuştu. Önemli yol kavşaklarından biri olması dolayısıyla ticaret gelişmiş, eskiden bir kale şehir görüntüsüne sahipken surların dışına yayılmıştı. Kent, Türklerin, Rumların ve Ermenilerin or­taklaşa yaşadığı 100 000 nüfuslu büyük bir merkezdi. Azınlıklar kent içerisinde bazı mahalleler ve Talas, Gesi, Efkere, Germir gibi civar köylerde iskân etmişlerdir. Şehirde 32 çeşit esnaf ve sanatkârlar birliği oluşmuştur. Bu ortaklaşa renkli yaşam yüzyıllar boyu sürmüştür.

Karşı tepelerde, insanoğlunun henüz el sürmediği gizemli, bakir bir tümülüs vardır. II. Gıyasettin Keyhüsrev Babai ayaklanmasını bastırdığı için, nam olsun diye bu tümülüsün tepesine bir köşk yaptırdı. Bu köşk Babai ruhunun etkisiyle yıllar sonra Hızır İlyas Köşkü diye anılmaya başladı ve bu ad hiç değişmedi. Anadolu’da o dönemin inanç ve kültür mozaiğini temsil eden Babai hareketi, kentin özüne sinen bu yeni kimlik ve Selçuklu dokusunu tehdit etse de, yıkamadı. Yazar Yaşar Kemal şehirde kaldığı dönemde Selçuklu’nun etkisinde çok kalmış olacak ki, beni şöyle tanımlamıştı:

“Belki dünyadaki dağların en güzeli, en nazlısı Erciyes. Öyle ne heybeti ne haşmeti var. Gökyüzüne çakılmış gibi süt beyaz, ışıltılı başı dumana batmış, bazı mor, bazı sigara kâğıdı inceliğinde, bazı şafakta bir yanı kızarmış. Her zaman da başında dumanı. Pare pare bir bulut. Erciyes’in batısına doğru tam dibinde bir göl vardır. Vang-vang diyorlar adına, Erciyes elle yapılmıştı oraya, Kay- seri’nin tepesine öyle yerleştirilmiş gibi. Belki bu Selçuklu havası Erciyes’ten geliyor. Belki de Erciyes’i Selçuklular yapıp oraya, Kayseri abidesi diye dikmişlerdir. Bir Selçuklu usta oturmuş Er­ciyes’in başına, yıllar yılı çekiciyle, keskileriyle Erciyes’i bir ka­yadan yontmuş, oraya götürüp, şan olsun diye dikmiştir.

Osmanlı’nın son yıllarında Hamilton adında bir Amerikalı, Strabon’a inanıp, zirveme çıkmak, hem Karadeniz’i, hem de Akdeniz’i seyretmek istedi. Bu tutku ne yazık ki trajik bir sonla noktalandı. Ondan beri birçok dağcı zirveme çıkma tutkusunu yenemedi. Her yıl tehlikeye ve ölümlere rağmen zirveme ulaştılar. İnsanlar dağcılığın bir spor olduğuna inanırlar, ama ilk çağlardan beri bu işin bir yaşam biçimi olduğunu sadece dağlar ve dağcılar bilir.

Her bahar gelişinde uzaklardan Gesi’nin kirazlarını Efkere’ye taşıyan güvercinleri görürüm. İçimi bir hüzün kaplar. Ta uzaklarda, üç ayrı kıtada anıldığımı hissederim. Her ağustos sonu, çıra günlerini anımsarım. Zirveme yaklaşan dağcıların sanki birazdan çıra ateşini yakıp bağ bozma zamanını haber vereceklerini zannederim.

 

KÜRŞAT BAŞDEMİR