KAYSERİ TED’DE YATILI OLMAK

Gözlerimin önüne kuru, sıcak bir Ağustos ayında okulun bahçesindeki asfalt sahada tek başına basketbol oynayan 13 yaşında çelimsiz, çilli bir çocuğun görüntüsü geliyor. 

Tozlu rüzgar yanık yüzüne çarptıkça yüzünde ızdıraba dönüşüyor, ama aldırmıyor. 

Aslında müdür yardımcısının oğlu olmanın ona sağladığı tek imtiyaz elinde tuttuğu dişleri yıpranmış, kenarlarından lime lime iplikleri sarkan kel basketbol topu. Oysa o bu ayrıcalıktan pek hoşnut değil. 

Yine de bütün yaz boyu geçirebileceği en keyifli zamanı bu topla paylaşıyor.

Ara sıra okul kapısına bakıyor. Yaklaşık bir ay sonra ellerinde bavullarla kapıdan girecek arkadaşlarının mutlu ve hüzünlü yüzleri anımsamaya çalışıyor.

İnsan hem mutlu, hem de hüzünlü nasıl olabilir ki?

Olur…

O okulun yatılı öğrencilerinin hemen hepsinde aynı yüz ifadesi vardı:

“Mutlu ve hüzünlü.”

Eylül başı bir pazar sabahı yatakhaneye yerleşmeden asfalt sahanın önünde yere atılan bavullar, Haziran başında yarım kalmış iddialı bir maçın devamı.

 

***

 

Çilli hiç yatılı olmadı ama Anadolu’nun dört bir yanından gelen bu çocuklar her zaman en yakın arkadaşları oldu. Onlar “gündüzlü-yatılı” ayrımında onu nereye koyarlardı bilemezdi ama o kendini hep yatılı hissetti.

Okulun en üst katındaki uzun koridorun her iki yanındaki yüksek dolaplar ve ranzalı koğuşlar onun için bir pansiyondan ziyade çocuk ve gençlerden oluşan küçük bir kasaba yerleşkesi gibiydi. 

Babasının görevi dolayısıyla bir çok kez gece yarılarına kadar pansiyon katından ve daha sonra yapılan yeni binadan çıkmadığı olurdu. 

Çoğu yatılı arkadaşının sırdaşı idi. Aynı mekanda yatıp kalktıklarından bazen madara olmamak için birbirleri ile paylaşamadıkları sırlarının ortağı o olurdu. Bilmediği şehirlerdeki aile hayatlarını, asla muhatabının bilemeyeceği melankolik aşklarını onunla paylaşırlardı. 

Tabii ki sır sırdır. O zaman da açığa vermedi, şimdi de vermez.

Zamanla büyük ağabeylerin de güvenini kazanmıştı. Artık ne sigaralarını, ne de coca cola şişelerinde içtikleri votkaları ondan sakınıyorlardı.

Aralarında Şubat tatilini okulda geçirenler de vardı. Herkes tatildeyken okulun girişindeki büyük salondaki yuvarlak masada tek başına saatlerce ara vermeden satranç oynayan Murat abi aklından hiç gitmedi. Her hamlede sandalye değiştirir, bazen bir hamleyi yarım saat düşünürdü.

Çilli merdivenlere oturup uzaktan onu izlerken bazen gözleri duvardaki saate takılırdı. Tatil günlerinde aheste hareket eden, okul açıkken birbiriyle yarışan akreple yelkovana.

Murat abi kendini yener miydi yoksa yenilir miydi bilemezdi ama oyunu bitince ciddiyetle taşları toplar, giderken yine aynı sakinlik ve ciddiyetle Çilli’ye göz kırpardı.

Babası yılbaşı geceleri onu ve ailesini okul kantinine götürmeyi alışkanlık haline getirmişti. 

Yılbaşını belirli bir saate kadar okul kantininde birbirine bitişik kırmızı koltuklarda yatılı öğrencilerle geçirirlerdi.

Bir seferinde kuru fasulyenin içinden kurt çıktığını ileri sürerek hepsi birden isyan etmişti. Arafta kaldığından çok üzüldüğü bir andı. Neyse ki tabaklardaki görünenin kurt değil, fasulyenin filizi olduğu anlaşıldı da rahatladı.

O okulun yatılı öğrencileri şimdi yurdun dört bir yanında, kimisi de yurt dışında başka hayatlar yaşıyorlar. 

Çilli onların sevinçlerini ve de hüzünlerini paylaştı. Ama en çok, çocuk yaşta anne ve babalarından uzakta verdikleri yaşam mücadelelerini ve dayanışmalarını kıskandı. 

 

***

 

Ben bunları düşünürken birden bir gong sesi ile irkilerek kendime geldim. Sonra gözlerimin önünde “Alaska – Frigo” diye gevrek sesi ile bağıran, elindeki sarı yirmi beş kuruşu diğer elinde tuttuğu tahta tabyanın tabanına “çat çat” vuran esmer bir çocuk beliriverdi.

Sonra salonun her köşesini dalga dalga yayılan bir Elvis Presley parçası doldurdu. 

“It’s Now Or Never”

Bütün bunlar gerçek miydi, düş müydü, yoksa bitmemiş bir filmin yarısı mıydı ayrımsayamıyorum. 

Çilli çocuğa sormak gerek.

18 Nisan 2018