f2621x

PESSİNUS’DA İLKBAHAR 

Mart ayının yirmi biriydi. Eskişehir’de bir öğle molası verip, yağmur sonrası yola çıkalı epey zaman olmuştu. Uzun süredir beklediğim kavşağa yaklaştığımı hissedince, kaçırmamak için yavaşladım. Sol tarafımda, kayalık tepelerinden süzülen akşam güneşinin gölgesinde Sivrihisar,’ görkemine yakışmayacak bir biçimde gün bitimine telaşsızca hazırlanıyordu. Sonunda, uzun zamandır beklediğim levha karşımdaydı. Pessinus yazılı sarı levha sağ tarafı gösteriyordu. Ka­rayolundan döndükten sonra, yirmi dakikalık kısa ve virajlı hafif bir yolculuk beni nihayet Ballıhisar’a ulaştırdı.

Köy girişindeki nekropol alanından geçerken, Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin ince Gülü adlı romanındaki Bayram’dan çok daha kolay bir şekilde Ballıhisar’a ulaştığım için kendimi şanslı buluyordum. Aslında ikimizin de özlemlerinin çakıştığı- yerdi bu köy. O gurbette toprak özlemiyle, bense İstanbul’da kitapların arasında tutulmuştum bu sevdaya.

Köy ve Höyük Alanı İç içe

Köy girişinde, ilk önüme gelen köylüye ören yeri sorumlusunu sor­dum. Aradığım kişi iki ev ileride beni kapıda karşıladı. Rıza tahmin ettiğimden daha gençti. Ona İstanbul’dan geldiğimi, mühendis olduğumu ve tatilimin 2-3 gününü Ballıhisar’da geçirmek istediğimi söyledim. Ses tonumdaki samimiyetten olsa gerek, Rıza’nın konuşurken bana karşı kuşkulu tavrı çok çabuk değişti ve sıcaklaştı. Bana, Pessinus’a çok az ziyaretçi geldiğinden ve şimdiye kadar Belçikalı kazı ekibinden başka kimsenin buralarda kalmadığından söz etti. Rızanın, kalabileceğim yeri kafasında kurguladığını o söylemeden fark ettim.

Rıza düşünürken, tatilimin üç gününü Pessinus’a ayırmanın hay­retini ve ürküntüsünü hissettim. Hayatımda köy ve höyük alanının bu kadar iç içe olduğu ikinci bir antik şehir görmemiştim. Köy evleri, tapınak, tiyatro ve diğer yapılar o kadar birbirine yakındı ki, hele tapınağı çevreleyen tel çit üzerindeki çamaşırlar, dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme yarattı.

Rıza bu beklenmedik misafiri artık kafasında bir yere oturtmuştu. Ballıhisar turizmi açısından bunun bir başlangıç olduğunu kabul edip, devamının da geleceğini düşleyip, artık eski sıkıntılarından, durağanlığından kurtulacağını düşündüğünü tahmin ettim. Kafasıyla onunla gelmemi işaret etti. Koşarak yolda duran arabamı kenara park ettim ve Rıza’yla yirmi metre kadar ilerideki, diğer köy evlerine göre daha eski, fakat daha özenli bir yapıya sahip olan Remzi Dayı’nın evine yöneldik. Kapı tokmağını birkaç kez vurduktan sonra, ak saçlı ihtiyar bizi karşıladı. Remzi Dayı ve karısı çok sıcak insanlardı. Rıza, akrabası olan yaşlı adama durumu ayrıntılı bir şekilde anlattı. Adam sürekli başını sallayarak bana gülümsedi. İçeri girdikten sonra, kabanımı çıkarıp atkımı çözmeden, doğruca sobaya yöneldim.

Remzi Dayı ve Rıza ile kısa bir tanışma sohbeti sonrasında yer sofrası hazırlandı. Bağdaş kurup oturduk. Yaşlı kadın bizimle otur­madı. Biz çorbamızı kaşıklarken, o diğer yemekleri getiriyor, sürekli hizmet ediyordu. Yaşına göre oldukça diri ve hareketliydi. Yemekte ben Ballıhisar’ı sorarken Remzi Dayı da bana İstanbul’u anlattırdı. Burada gece çok erken oluyordu. Dışarıda tek tük ayak sesleri dışında çıt çıkmıyordu. Rıza’yı uğurladığımızda artık uyku vaktiydi. Yemek yediğimiz büyük odaya açılan küçük odalardan birinde yatağım ve yorganım serildi. Yorucu bir gün bitmişti.

“Hoş geldin” dedi başrahip. “Şanslısın, bugün festivalin ilk günü. Tanrıçamızın bakireliğinin bozulacağı kutsal günlerde hoş geldin Pessinus’a.”

Heyecanla gülümseyerek selam verdim rahibe. Günün önemini bildiğimi ve bu festival için kilometrelerce yol kat ettiğimi söyledim. Rahip el işareti ile beni çağırdı ve tiyatronun üst kısmında küçük bir tepeciğe oturttu. Kalabalığa hâkim bir nok­taydı burası. Diğer rahipler yadırgamadılar beni, beklenen bir misafirmişim gibi davrandılar. Pessinus’a ilk geldiğimde dik­katimi çekmeyen dev bir çam ağacının önünde toplandı halk. Burada kendimi canlı yayın spikerleri gibi hissediyordum, her şey o kadar net. izleniliyordu ki.

Ağacın altına uzun bir çam ağacı parçası getirildi. İki rahip bu ağacı beyaz bir bezle sardılar ve kenarlarını özenle katladılar. Rahipler işini bitirdikten sonra yüzlerce menekşeden oluşan çelenkler, ağacın üzerini tamamen kapladı. Halk, ellerindeki çam dalları üzerindeki kozalakları bir o yana, bir bu yana coşku ile sallıyordu.

Birden irkilerek anımsadı; yerdeki ağaç Attis’in kefene sarılı ce­sediydi. Menekşeler ise, erkeklik organının kesildiği gün dökülen kan lekelerinden oluşan çiçeklerdi. Attis kaldırıldı ve ağır adımlarla ilahiler söyleyerek ırmak kıyısına doğru götürüldü, ilahi sesleri kimi zaman yükselerek, kimi zaman da alçalarak, ka­labalık, uzaklarda bir ip görüntüsünü alıncaya dek, devam etti. Belli ki Attis, ırmak kenarındaki mezarına götürülüyordu. Ka­labalık kaybolana dek gözlerimi onlardan ayırmadım.

Pessinus’ta İlk Gün

Sabah ezanı ile birlikte, günün ağardığını haber veren arsız horoz sesi uyandırdı beni. Kalktım, pencereye yaklaştım. Tapınağın önünden sabah namazını kaçırmamak için camiye koşuşturan ak sa­kallı ihtiyarların güçsüz ve dirençli adımlarını seyrettim. Köyde sabah bulutsuz ve güneşli başladı. Kahvaltımı yapıp kılavuzluk etmesi için Rıza’yı aramaya koyulduğumda, henüz uyanmadığını öğrendim. Tapınağın çevresinde gezinmeye başladım. Rıza’dan izin almadan tel çitleri aşıp aşağıya inmemin doğru olmayacağını düşünüp, çevresini gezmekle yetindim.

320px-museum_of_anatolian_civilizations065

Frigyalılar döneminde rahipler devletine dönüşen kent, Tanrıça Kybele kültünün en önemli merkeziydi. Kybele’yi simgeleyen taşın gökten indiğine inanılırdı. Friglerden sonra çevre kentler, çeşitli kavimlerin saldırısına maruz kalarak yıkıldığı halde, Pessinus, bu dinsel gücü sayesinde uzun yıllar yaşamıştır. Frigya’nın başkenti Gordion tarih sahnesinden silinirken, bu kent, Bergama ve Galatlar döneminde kısmi de olsa özerk olarak uzun yıllar yaşamıştır. Galatlar döneminde kenti beş Frigyalı ve beş Galatlı rahip birlikte yönetmişler.

Strabon, Pessinus’un büyük bir ticaret merkezi haline geldiği ve ra­hiplerin etkinlik alanlarının daraldığı yıllarda bile, Tanrıların anasına ait Adgistis Tapınağı’nın öneminden söz eder.

Efsaneye göre, Zeus’un yeryüzüne döktüğü tohumdan hem kadın, hem de erkek olan bir varlık olan Adgistis (yada Kybele) doğar.. Tanrılar bu yaratığın erkeklik organını kesip atarlar. Bu uzuvdan bir badem ağacı oluşur. Irmak Tanrısı Sangarios’un (Sakarya) Nana adında bir kızı vardır. Bu kız bu ağaçtan bir badem kopararak göğsüne saklar. Bu bademden gebe kalan Nana, Attis’i doğurur. De­likanlı büyüyüp gelişince, Adgistis ona âşık olur, ama bu aşk karşılıksız kalır. Adgistis’ten kaçan Attis, Pessinus’a gelir. Burada kralın kızıyla evlenirken, düğün gecesi Adgistis çıkagelir. Attis onu görünce çılgına döner; erkeklik organını keser ve orada ölür. Muradına eremeyen kralın kızı da oracıkta kendini öldürür. Adgistis, yaptığına pişman olur ve Attis’in bedenini bozulmasın diye çam ağacına dönüştürür. Delikanlının toprağa akan kanından menekşeler oluşmuştur. Adgistis, kralın kızını da gömmüş ve mezarından bir badem ağacı bitmiştir.

Bir ağaç gövdesine yaslanmış bunları düşünürken Rıza omzuma dokundu. Öğle vakti çoktan gelmişti. Birlikte gezintiye devam ettik. Bakkaldan peynir, helva ve ekmek alıp, tarihi kentin oldukça uzağında olan nekropol alanına yürüyerek gittik. Mezarlara yaklaştığımızda, bakkaldan aldığımız ekmeği ve katığı uygun bir yerde iştahla yedik. Burada Rıza bana, Prof. Lambrechts ve ekibinin 1967’de başladığı ve 1988’de de Prof. Devreker’in yaptığı kazılardan bildiği kadarını uzun uzun anlattı. Belçikalıların geçen yılki kazı yerlerini gezdik. Bunlardan en önemlisi, gallos unvanına sahip Rahip Asklepios’un mezarıydı. Bu mezar taşları şimdi Ballıhisar’daki depoda bulunuyordu.

Tapınakta bir heyet halinde toplanan gallos rahipleri, özellikle Ad- gistis’in aşkı Attis kültüne bağlıydılar. Hadım olan bu rahipler kadın elbisesine benzer elbiseler giyerler, saçlarını çeşitli merhemlerle ko- kulandırırlardı. Ana Tanrıça ayinlerinde Attis’in yeryüzünden ayrılışı esnasında yaptıklarını tekrar ederek kendilerinden geçerlerdi. Gal- liambos adı verilen özel bir ölçü ile bestelenmiş vahşi müzik eşliğinde dans ederlerdi. Coşkunluk doruğa ulaştığında kendilerini yaralarlardı. Yeni rahip adayları ise., kendi kendilerini hadım eder­lerdi. Sangarios Irmağı’nın suları dinsel coşkuyu esinlediği için, her iki koluna da Gallus adı verilmiştir.

Nekropol alanı dönüşünde gördüğümüz bir kilometre uzun­luğundaki geniş su kanalı, su yapıları tasarlayan bir mühendis olarak beni oldukça etkiledi. 1969 yılındaki çalışmalarda ortaya çıkarılan kanalın her iki yanına, su seviyesi aşağıya indiğinde kolayca su alınabilmesi için basamaklar yapılmış.

Köye dönüşümüz oldukça geç vakitte oldu. Rıza’da en az benim kadar yorgundu, ama onun görsel bilgileri ve benim ona anlattıklarım, sanırım ikimizin de yorgunluğuna değmişti. Remzi Dayı bizi kapıda karşıladı, içeri girdik. Bugün ikimizde üşümemiştik.

Bir önceki gecenin bütün sakinliği ve sessizliğine rağmen, bu gece köy sabaha kadar boru sesleri ile çınladı sanki. Ertesi gün kalktığımda ne sabah ezanını duyabildim, ne de azgın horozun sesini. Pencereden baktığımda, bütün gece yağmur yağdığını anladım. Gece duyduğum seslerle yağmur arasında bir bağlantı kurmak istedim; bir sonuca va­ramadım. Boru sesi hâlâ kulaklarımda uğulduyordu.

Tiyatro ve Tapmak Alanını Gezerken

Rıza ile bugünkü programımız, tiyatro ve tapınak bölgesiydi. Bir önceki gün yaptığımız uzun yolculuk beni biraz korkutmuş olacak ki, tiyatroya araba ile gitmemizi önerdim. Rıza gülümseyerek kabul etti. Ara sokaklardan yukarıya çıktığımızda önemli bir hususu göz ardı etmiştik; yağmurdan yumuşayan toprağa, arabanın arka tekerlekleri gömülmüştü. Bir süre uğraştıktan sonra çabaların nafile olduğunu düşünüp arabayı kurtarmaktan vazgeçtik.

Tiyatro ve üst kısmında bulunan tapınak alanı, Belçikalı araştırmacıların tanımlamasına göre bir “tiyatro tapınak” görünümün­deydi. Tapınak İS 1. yüzyılın başlarında Romalılar tarafından yapıl­mıştı. Bu görünüm, birçok arkeolog ve araştırmacının iddiasına göre, kentteki tarihi Kybele kültü ile ilgiliydi. Bölgedeki taşların birçoğu son­radan Sivrihisar’a taşınmış, oradaki kalenin yapımında kullanılmıştı. Romalıların kutsal saydığı bu tapınak ve rahipleri, kehanetleriyle de ünlerini korumuştur. İÖ 189’da Manlius Galatlar üzerine sefere çıkarken, Pessinuslu rahiplerin elçileri SangariusIrmağı’nm kenarına kadar ge­lerek, savaşı Manliüs’un kazanacağını duyurdular.

Öğle yemeğimiz yine bakkaldan aldığımız katıklar ve ekmekti. Rıza, Pessinusluların domuz eti yemediklerinden gururla söz etti. Sanıyorum bugünkü BallıhisarlılarlaPessinusluların arasındaki tek benzer yan buydu. Frigya efsanelerinde Attis, daha sonra da Adoniş olarak anılmaya başlayan Tammuz için, Mezopotamya kaynaklı bir âdete göre her yıl bir yabandomuzu öldürülürdü. Tanrı’dan damlayan kanlar dağlara düşünce, kırmızı kır lalesine dönüşürdü. Ayrıca, Kybele’ye, doğuruculuğu ne­deniyle dişi domuz kurban edilirdi. Kurbanın tamamı Tanrıça’ya adandığı ve yakıldığı için kurbanı yemek yasak ve büyük günahtı. Yu­nanlı coğrafyacı Pausanias İS 2. yüzyılda, eski geleneklerinden kop­mayan Pessinusluların domuz eti yemediklerinden söz eder.

Kybele Roma’ya Taşınır

İÖ 202 tarihinde Romalılar Kartacalılara karşı savaşı kaybetmek üzereydiler. Romalı Sibil kâhinleri, Kybele diye anılan büyükçe göktaşının Pessinus’tan Roma’ya getirilmesini istediler. Roma, ancak bu şekilde Kartacalıların elinden kurtulacaktı. İÖ 204 yılında, yüksek rütbeli Romalılardan oluşan bir grup gemilerle Atarna’ya (Dikili) gelip, daha sonra karayolu ile ulaştıkları Pessinus’tan büyük bir törenle taşı alıp Roma’ya taşımışlardır. Donanma Tiber Nehrine ge­lince, taşı taşıyan gemi karaya oturmuş ve anlatıya göre ClaudiaQuinta isimli bir kadın, gemiyi kuşağı ile saplandığı yerden çekip çıkarmış, Roma’ya kadar taşımıştır.

Kybele, Roma’nın tepelerinde kendine yüksek bir yer bulmuş, ama Çatalhöyük’ten beri tam 7 ÜOO yıllık vatanından olmuştur. Anadolu’da bu yıllardan başlayarak Kybele kültü hızla zayıflamış ve kısa bir süre sonra Hıristiyanlığa teslim olmuştur.

Akşam eve dönüşümüzde arabayı saplandığı yerden hiç zor­lamadık. Çünkü ertesi gün toprak kuruyacağından çok daha kolay çıkarabileceğimizi düşündük. Bu gece son gecem olduğu için Remzi Dayı ile geç saatlere kadar konuşup sohbet ettik.

Yine tiyatronun yakınındaki tepedeydim. Başrahip Arkigallos sivri bir bıçakla kol damarlarından kan çıkararak Tanrıçaya sundu. Birden vahşi ve trajik müzik başlayıverdi. Pessinuslular zillerle, davullarla, flütlerle katıldılar bu ritme. Tiyatro ve civarında kalabalık her geçen zaman daha da artıyordu. Rahipler başlarını sağa sola sallayarak kenddi eksenleri etrafında dönmeye başlamışlardı. Döndükçe, uzun saçlarından etrafa kokular yayılıyor, etekleri havada uçuşuyordu. Kutsal çam ağacının etrafında halka, oluşturan rahipler, bu kez. ellerindeki bıçaklarla bacaklarını, kollarını ve yüzlerini kesiyorlardı. Kutsal ağacın gövdesi kanlar içinde kalmıştı. Daha sonra ön plancı çıkan rahip adayları tereddüt etmeden cinsel organlarını dibinden kesiyor ve elleriyle yukarı kaldırarak gösteriyorlardı. Kesilen organlar toprağa gömülüyor, böylece Kybele’ye sunulmuş oluyordu. He­yecanını giderek artarken, genç bir rahip adayının organından boşalan kanların, çamura gömülmüş arabamın ön canıma da sıçradığını fark ettim. Kent sokaklarında elinde organlarıyla koşuşturan gençler kendilerinden geçmiş, Attis’i simgeliyor ve rahip olmanın koşulunu yerine getiriyorlardı. 20. yüzyılın doğasına çok aykırı olan bu etik, onlar için yaşamın ve var olmanın gereğiydi.

Ertesi gün ilk iş olarak yukarı mahallede çamura saplanan ara­bamı kurtardım, Rızaya ve Remzi Dayı’ya veda ettim. Yirmi dakika sonra yine Eskişehir-Ankara karayolu üzerinde Ankara yönündeydim.

Yağmur çiselemeye başlayınca çalıştırdığım sileceklere gözlerim takıldı. Sileceklerin arasına sıkışmış bir çift menekşe, bir aşağı bir yukarı hareket ediyordu.

Yıl 1995, mevsimlerden ilkbahar. Toprak yine gebe kaldı güneşe. Sırtında kadın olmanın gururuyla yemyeşil elbisesini taşırken, ana olmanın telaşı da şimdiden sardı onu.

KÜRŞAT BAŞDEMİR