TEZER ÖZLÜ’NÜN ARNAVUTKÖYÜ

Gözlerimi kapatıp ne zaman İstanbul’u hayal etsem belleğimde Arnavutköy canlanır. Burası İstanbul’un en sahici semtidir bana göre. Hele erguvanların açtığı Nisan sonu bambaşkadır. Ne zaman sahil yolundan geçsem Arnavutköy’e ulaştığımda içimi tarif edemeyeceğim bir coşku kaplar.

O yıllarda, Arnavutköy’e yaklaşırken kıyıdaki kırmızı bir yalının penceresinde gözleri Boğazın derinliklerine dalmış Nail Çakırhan’ı bile görme olasılığınız vardı. Çok sonraları, o yalı eşi Arkeolog Halet hanım tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlandı.

1986 yılıydı. O zamanlar Yenibosna’da bir kanalizasyon şantiyesinde çalışıyordum. Haftanın altı günü, gün doğumu ile çalışmaya başlıyor, günbatımına kadar, bazen projektörlerle gece yarısına kadar çalışıyorduk. Cumartesi akşamları veya Pazar günleri Arnavutköy’e geliyor, bir günümü burada arkadaşlarımla geçiriyordum. Çoğunlukla Alman arkadaşımız Gabriela’nın balkonunda olurduk. Bir çok insan tanıdım bu evde. Arnavutköy’e her gelişim cehennemden cennete terfi etmek gibiydi.    

Gabriela Alman ARD Televizyonu’nun Türkiye muhabiriydi. O zamanlar yazar Demir Özlü’nün Arnavutköy sırtlarındaki evini kiralamıştı. Gabriela Demir Özlü tarafından 7 yıl önce terkedilen bu evde hiçbir şeyin yerini değiştirmemişti. Yazarın kitapları, masası, koltuğu, çocukların ranzaları olduğu gibi yerll yerinde duruyordu.

Bir seferinde, Gabriela’nın Almanya’ya giderken evi bana bırakmış, Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan bir geceyi yalnız başıma bu evde geçirmiştim. Sürgündeki yazarın koltuğunu, kadehini, tabağını kullanıyor, kütüphanesindeki 70’li yıllardan kalma bir çok kitabı karıştırıyordum.

Sonra muhteşem balkonuna oturdum, beyaz bir bulut gibi Boğazın karanlık sularında soldan sağa süzülen gemileri seyrettim. Elinizi uzatsanız Karadeniz limanlarından, belki de  Varna’dan kalkıp gelen bu gemileri Nazım gibi okşayabilirdiniz. Sabah önce karşı kıyıda belirdi ve gecenin büyüsünü bozdu.

Gabriela’yı tanıdığım yıllarda 80 darbesinin etkileri devam ediyordu. Demokrasinin mercekle arandığı zor yıllardı. Bir televizyon muhabiri olarak yaptığı programlarla bu ülkemizde insan haklarına çok katkıları olmuştur. Fakat bunların karşılığında bu ülke insanlarından çoğu zaman kötülük gördü. Hele bir seferinde Erzurum’da ona zorla yaptırılan bekaret testi, dönemin Turizm Bakanı Mesut Yılmaz’ın özür dilemesine rağmen bardağı taşıran son damlaydı.

Tezer Özlü’nün coşkulu ve hüzün dolu aşağıdaki Arnavutköy özlemi bence bu semti ifade eden en güzel anlatımdır; 

Yokuşu çıkıyorum. Sıcakta biraz güç. Camları açıyorum. Karşımda göl gibi bir Boğaz. Onu Vaniköy’ün gerisi yemyeşil sahili kaplıyor. Tahta evler, ağaçlar, çatılar, yokuşlar. Arnavutköy, bu büyük kent içinde yolları, Rum balıkçıları, deniz kıyısındaki meyhaneleri ile kentin en az bozulmuş semtlerinden biri.

Bu mavi parçası, bu yeşil Vaniköy sahili, iskeleye uğrayan küçük vapurlar, denizin tüm kesitini kaplayarak geçen büyük şilepler, uzak ülkelerin özlemini getiren beyaz yolcu gemileri, canlı çarşı sokaklarını kaplayan tahta evler, Akıntı Burnu’nu dönerken başlayan güçlü rüzgar. Karşımda doğan güneş. Sisle beyazlaşan sabahlar. Yalı camlarına kıpkırmızı yansıyarak batan güneş. Deniz yüzeyini dolduran martılar.

Sen bunları görmemek için karanlık odada oturdun. Sonra yokuşu inip kendini öldüreceğin yere gittin.”

Türk edebiyatının Virginia Woolf’u Tezer Özlü’yü kaybedeli 30 yılı geçti. Ağabeyi Demir Özlü’nün Stockholm’deki sürgün hayatı, (İthaka’ya yolculuğu) ise tam 10 yıl sürdü.

Bizler  yaşlanırken hayat gitgide daha da hırçınlaşarak devam ediyor.

Son olarak, Can Yücel’in Tezer Özlü’nün ardından yazdığı her okuduğumda içimi acıtan aşağıdaki dizeleri ile bitireyim.

“Aşağıda yatıyorum

Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda

Bir ses birden bir olay oluyor

Kulağımın dibinde

Bir dal cama vuruyor

Tezer…”

26.08.2016